Milletvekili seçildikleri halde tutukluluk halleri kaldırılmayan Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal için CHP tarafından yemin etmeme, KCK davasından tutuklu milletvekilleri için ise BDP tarafından başlatılan TBMM gitmeme biçimindeki tepki eylemlerini açıklamak için kullanılan argümanların hukuk mantığı açısından irdelenmesi gerekiyor.
Bir mücadelenin stratejisinde yapılacak temel hata; karşı tarafın kurallarını kabul ederek mücadeleye başlamaktır. Doğru planlama ve yeterli hazırlık yapılmadan, olası durumlara karşı seçenekler üretilmeden eyleme geçilmesi, yanlış argümanlarla yola çıkılması, haklı bir davayı haksız duruma düşürebilir. Amacı belirsiz, zaman planlaması yapılmamış, düşünsel çerçevesi iyi çizilmemiş, kendi çözüm önerisi bulunmayan, süreç içerisinde ortaya çıkabilecek engellere ve olası durumlara karşı seçenekleri olmayan bir mücadele başarısızlığa mahkûmdur.
Demokrasi adına gösterilen tepkilerdeki haklılığın kamuoyuna anlatılıp benimsetilmesi ve amacından saptırılmaması için inandırıcılığı yüksek hukuksal argümanlara dayanılması, eylem biçiminin doğru saptanması şarttır.
Savunulan tezlerin inandırıcılığı, gerekçelendirmelerin sağlamlığı ile yakından ilgilidir. Öncül önermeler (Türkiye’de tutuklama önleminin kötüye kullanıldığı) ne denli doğru ise büyük önerme (milletvekili seçilen tutukluların serbest kalmaları gerektiği) de o oranda sağlam olur.
Bu bakımdan; sıklıkla kullanılan, ‘tutuklular milletvekili seçildiler, buna bağlı olarak artık serbest bırakılmalıdırlar,’ şeklindeki bir argüman, hukuksal açıdan ancak ikincil derecede bir tez olarak kullanılabilir. Sorunun çözülmesi, büyük önermenin gerçekleşmesi için kamuoyu desteğini sağlamada yeterli inandırıcılık taşımaz. Çünkü böyle bir önermeye aynı değerde karşı argümanlar ileri sürülebilmesi olanaklıdır.
Milletvekili seçilenlerin tutuklu kalmaması, mevcut hukuk sistemine karşı çıkılarak da açıklanamaz. Yaşanan sorun demokrasiden, hukuk devletinden, hukukun üstünlüğü ilkesinden, güçler ayrılığı kuralından, hatta mevcut yasal düzenden de kaynaklanmıyor.
Temel sorun, yargıda hakim kılınmak istenen yeni zihinsel anlayıştır. Bu anlayışa uygun olarak yargının yeniden örgütlendiriliyor olmasıdır. Temel sorun, mevcut anayasal sistemin ve tarafı bulunduğumuz uluslar arası sözleşmelerin tanımladığı hukuk düzenini özümseyememiş, yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını içine sindirememiş savcı ve yargıçların varlığıdır. Yargının siyasallaşması ve siyasetin tehdit aracı haline getirilmesidir. Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin örgütlenme alanı olarak seçilmesidir. Temel sorun bu açıklıkla ortaya konulmadığı için, eylem yöntemi iyi planlanıp doğru seçilmediği için yapılan tartışmalarda, ister istemez çelişkiler ve tutarsızlıklar ortaya çıkıyor. Ya da ileri sürülen ikincil argümanlar, karşı demagojik söylemlerle kolayca bastırılıyor.
Temel sorunu, yargıç ve savcıların zihinsel niteliğine bağlı örgütlenme olarak saptayıp ortaya koymanın hakimlik teminatına aykırı bir yönü bulunmamaktadır. Çünkü bir Anayasa Mahkemesi kararında da vurgulandığı gibi hâkimlere tanınan güvenceler, onlara tanınan ayrıcalık değil, yargılama görevinin her türlü baskıdan uzak, hakkaniyete uygun olarak, adil bir şekilde yerine getirilmesi içindir.
Anayasanın 138. Maddesine göre, hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.
Anayasa’nın 138. Maddesinin ters okunuşundan ise; yargıçların görevlerini yaparken bağımsız davranmak, Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermek zorunda oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Yine aynı şekilde yargıçların; hiçbir organ, makam, merci veya kişiden emir, talimat, tavsiye alamayacakları, düşünsel ve zihinsel bağlılık içinde olamayacakları, siyasi ve dinsel hiçbir otoritenin etkisinde kalamayacakları, anlaşılmaktadır.
Anayasal çerçeveden bakıldığında, son tahlilde vicdani kanaatlerine göre karar verdiklerinden, bir yargıçta bulunması gereken en önemli özelliğin, “vicdan özgürlüğüne” sahip olmak ve onu özümsemek olduğu ortaya çıkmaktadır.
Vicdan özgürlüğü; öncelikle zihinsel özgürlüğe, düşünce özgürlüğüne sahip olmayı gerektirmektedir. Bu özgürlük, yasalar yorumlanırken yargıcın bağımsız davranıp davranmadığının göstergesi olarak önem kazanmaktadır. Vicdan özgürlüğü; mensup olunan inanç sistemi dâhil, her türlü bireysel bağlılık ve aidiyeti karar verirken bir yana itmek, taraflar karşısında eşit tutum takınmak, maddi ve manevi hiçbir etki ve tahakküm altında kalmadan karar verebilme yetisini / becerisini gösterebilmektir.
Bu nedenle, sadece kendi Anayasamızda değil, birçok uluslararası sözleşmede, mahkemelerin ve yargıçların bağımsızlığının vazgeçilmez olduğu vurgulanmış, bu durum evrensel bir hukuk ilkesi haline gelmiştir. Demokratik bir hukuk devletinin olmazsa olmazı, yargı bağımsızlığı ve bu çerçevede yargıç bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkeleridir.
Yargı bağımsızlığı; insan haklarının korunmasının, kişi güvenliğinin sağlanmasının ve adil yargılanma hakkının kullanılmasının ve yargıcın vicdan özgürlüğüne sahip olmasının temel güvencesidir. Yargı bağımsızlığını anlamlı kılan şey, mahkemelerin ve yargıçların bağımsızlığından ve tarafsızlığından kuşku duyulmayacak bir güven ortamının yaratılmasına olanak sağlamasıdır. Haksızlıklar karşısında adalet arayışı, uygar toplumlarda ancak mahkemelerden talep edilebilir. Mahkemelere güvenin sarsılması halinde toplum halinde yaşamanın anlamsızlaşacağı, devlete güvenin sarsılacağı, kargaşanın kaçınılmaz olacağı açıktır.
Demokratik bir hukuk devletinde, kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince, yasaları yapmak yasama organına, yasaları yorumlayıp karar vermek yargı organına ait bir yetki ve görevdir.
Yasaları yorumlama yetkisi yargıçlara ve mahkemelere ait olmakla birlikte yorumda keyfiliğin önüne geçmek üzere kararların gerekçeli yazılması ilkesi kabul edilmiştir. Anayasanın 141/3 maddesine göre bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılmak zorundadır. Yargıç ve mahkeme kararlarının denetimi ancak dayanılan gerekçe ve gerekçede kullanılan argümanlarla sağlanabilir.
Hukuk, toplumsal yaşantının akla uygun bir düzen içinde sürdürülmesi ihtiyacından doğmuştur. Hukuku sosyal olgulardan ayırarak düşünemeyiz. Bu nedenle yargıçlar ve mahkemeler, yasaları yorumlanırken toplumsal gerekliliklere, genel hukuk ilkelerine, insan onuruna uygun olarak özgürlüklerden yana yorum yapmak zorundadırlar. Bu nedenledir ki, “kötü yasa yoktur, iyi yargıç vardır” özdeyişi ifade edilmiştir.
Oysa milletvekili seçilenler için tutukluluk hallerinin devamı konusunda verilen kararlarda kullanılan gerekçenin, evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaştırılabilir bir yönü olmadığı hukuk kamuoyunun büyük çoğunluğu tarafından dile getirilmektedir. Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yapılan yargılamalarda ortaya çıkan ağır insan hakları ihlallerini artık hukuksal gerekçelerle açıklamak mümkün görülmüyor. Çünkü dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde tutukluluk, amacından Türkiye’de olduğu kadar saptırılmamıştır. “Bunları tutuklamaz isem öteki dünyada nasıl hesap veririm”, diyen yargıçlar hiç olmamıştır.
Bir öç alma, hesaplaşma duygusuna dayalı olduğu izlenimi veren yargılamaların yargıç ve savcılarından hesap sorma hakkı olan bir kurum bulunuyor: HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU. Türkiye Baroları ve kamuoyunun büyük bir çoğunluğu tarafından meşruluk temeli olmadığı / kalmadığı kabul edilen özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde görev yapan yargıç ve savcılarının hukuk dışı olarak nitelenen kararlarının tek sorumlusu HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU dur.
Hakimlerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı adına yapılan Anayasa değişikliklerinden sonra yeniden yapılandırılan Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun yaptığı tasarruflarla yarattığı sonuç hiç de öngörülen gibi olmamıştır. Yeni HSYK nın yaptığı işlemlerin yargıç bağımsızlığını ve tarafsızlığını ve yargıcın vicdan özgürlüğünü sağlayacak ortam yerine, yargı içerisinde gruplaşmaları özendiren, yargıyı siyasallaştıran, yargıya güveni yok eden bir sonuç doğurduğu gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Hal böyle iken, seçilen milletvekillerinin tutukluluk hallerinin devamı yönünde karar verecekleri önceden az çok kestirilebilen Özel Yetkili Mahkemelerin vereceği kararlara güvenerek eylem kararı almak yanlış olmuştur.
Truman şov filmi hatırlardadır.
Bir TV kanalı, Truman adlı bir kişinin küçüklüğünden beri kurgulanmış bir adadaki yaşantısını izleyicilere 24 saat boyunca yayınlamaktadır. Herkes Truman’ın yalancı dünyasında olanları, sahte olduğunu bildikleri bu yaşantıyı büyük bir merakla TV başında izlemektedir. Aslında, izleyicilerle oyuncuların birbirine karıştığı, gerçekle sahtenin iç içe geçtiği bir gösteri dünyasıdır yaşanan. Gün gelir Truman, sahte ve sanal bir dünyada yaşadığını fark eder. Gerçeğin kendisine sunulan olmadığını anlar. Oyun bozulur. Gerçek anlaşılır. Ne yazık ki, gerçeğin açığa çıkmasına en çok seyirciler üzülür!
Her yargılama aynı zamanda tiyatral bir gösteridir. Bu benzerlikten olacak, bir süreden beri Türkiye’de oynanan oyuna en uygun sahne olarak özel olarak görevlendirilmiş mahkeme salonları seçilmiş durumda. Sahne, dekor, oyuncular, konu önceden planlanmış, inandırıcı olması için her şey yapılmış.
Toplumu oluşturan her kesimi içine alan bu oyun, yine herkes tarafından, bir sinema perdesinde gerçekleşiyormuş gibi tepkisiz ama büyük bir merakla izleniyor.
CHP ya da demokratik hukuk devletinden yana olanlar, seçilen milletvekillerinin serbest bırakılması için, iyi planlanmadan, yeterli hazırlık yapılmadan ve olası durumlara karşı seçenekler üretilmeden başlattıkları yemin etmeme eylemini, Başbakanın alaycı üslubuna konu edilmekten kurtarmak istiyorlarsa, en azından, Türkiye’de sahneye konulan oyunun senaryosunu topluma açıklayıcı bir fırsat olarak kullanmalıdırlar.
Başladıkları eylemi, dik durarak, başka bir anlamlı eyleme dönüştürünceye kadar sürdürmelidirler.
Çünkü şov başladı.
100 yıllık bir hesaplaşmaya son sahne hazırlanıyor…
Av. Dr. Başar YALTI / İstanbul Barosu