Gideceği yönü bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar yardım edemez. / Seneca
Bir askerin savunduğu temel değer, ‘onur’dur. Ülkenin onurudur, ulusun onurudur, ordunun onurudur ve kendi onurudur. Bu uğurda kahramanca mücadele edersiniz, elinizden geleni yaparsınız, ancak gücünüz ve olanaklarınız galip gelmeye yetmez, yenilebilirsiniz.
Hiçbir asker yenilmekten hoşlanmaz. Yenilgi üzücüdür. Onur kırıcı olan ise, kime, nasıl ve hangi koşullarda yenildiğinizdir. Örneğin Spartaküs yenilmiştir. Ama kimse onu onursuzlukla suçlamamıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yüzlerce yıllık tarihinden benzer çok sayıda örnek bulunabilir. Örneğin, Edirne savunulurken, ordu yenilmiştir. Ama onurunu asla çiğnetmemiş bir komutanın gür sesi bugün dahi savunma tabyalarından günümüze seslenmektedir.
Zaten onurunu korumak isteyen asker, sonucu kestirerek gereken tutumu takınır.
Demokrasi hiç kimsenin aşağılanmasına izin vermez. Çağdaş demokrasinin koruduğu en önemli değer insanlık onurudur. Demokrasi tüm kurumlarıyla, insan onurunu, yurttaş onurunu korumaya çalışır. Bu konuda insanlar arasında hiçbir fark gözetmez, gözetemez.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), birkaç yıldan beri onuru yaralanmış bir kurumdur. Aldığı ters yumruklarla sersemlemiş, eski şampiyon bir boksörün, izleyiciler arasındaki hayranlarında düş kırıklığı yaratan ringin ortasındaki yenik durumuna benziyor, TSK nın bugünkü durumu...
TSK Komuta kademesinden gelen son istifalar, yeni şampiyonun şakşakçı destekçilerinin çıkarttığı gürültüyle iyice sersemlemiş, şaşkınlık içindeki eski şampiyonun, içine düştüğü duruma çaresizce verilen hüzünlü tepkiye benziyor.
Türk Ordusunun yaşadığı çaresizlik durumunu sivilleşme / demokratikleşme olarak niteleyen belli bir azınlık dışında sanıyoruz hiçbir Türk vatandaşı yaşanan son tablodan mutlu değildir.
Ve sanıyoruz, Türk Ordusu, tarihinde, hiç bu denli itibarı tartışılır hale gelmemiştir.
Ancak bu hazin sonucu, TSK nin 1970 li yıllardan beri takındığı tutumundaki yanlışların bir bedeli olarak görmek gerekiyor.
Bugün yaşananlar, 12 Mart 1971 Muhtırasıyla başlayan süreçte, Faik Türün’lerden Kenan Evren’lere uzanan darbeci çizgide, Mustafa Kemal Atatürk’e, Cumhuriyet devrimlerine şabloncu bakışın kaçınılmaz sonucudur. 12 Eylül 1980 darbesiyle yürürlüğe konulan politikaların vardığı son aşamadır.
Solun üzerine acımasızca gitmenin, de politizasyonun, kendi burjuvasını yaratmaya bile fırsat tanımayan dar bakışın, Ülkeyi, toplumu seçeneksizliğe mahkum eden kısır anlayışın gelebildiği yerdir.
İlerici, devrimci, yurtsever, tüm aydınların tırpanlanmasının acı bedelidir.
Siyasal bilinci körelmiş / köreltilmiş bir kurmay kadrosuyla yönetilmenin, öz benliğinden uzaklaşmış, ulusal karakteri kalmamış bir ordu olmanın vardığı son noktadır.
Şişirilmiş egoların gölgesinde, türedi bir aydın kadronun yalakalığında, muhafazakar, vurdumduymaz bir toplum yaratarak, cumhuriyeti koruma ve kollama misyonunun boşa çıkan çabasıdır.
Sırtını emperyal dış güçlere dayayarak ulusalcı olunamayacağı / kalınamayacağı, böyle bir kurumsallaşmanın sürüklediği yönü göremeyen şaşkınlığın sürüklendiği yerdir.
TSK nın içine düştüğü durumun nedeni, ne yazık ki, Türkiye’de demokrasinin gelişiyor, yerleşiyor olması değildir. Bir süreden beri tasfiyesi sürdürülen kurucu Cumhuriyet anlayışının, bürokrasiden, üniversitelerden, yargıdan sonra TSK ndeki son kırıntılarının yok ediliyor olmasıdır.
Şimdi istifa etmek, bir ölçüde, onurlu bir davranıştır. Ancak varılan nokta artık geri dönülmez bir aşamadır. Bu nedenle, kime hitap eder bu istifalar, neye yarar ya da?
İç ve dış dinamikleri doğru okuyanlar için olup bitenler, verilen resimler demokratikleşme, normalleşme değil elbette. Yaşanan bir güç gösterisidir ve bu gösteriden zaten demokrasi çıkmaz. Bunun içindir ki, demokrasilerde doğal karşılanan son görüntüler bu denli endişe kaynağı olabiliyor. Daha şedit bir otoriterleşmenin, İslamik bir cumhuriyetin ufuktan yaklaşan resmine dönüşebiliyor.
Yaşanan gelişmeleri “sivilleşme” olarak göstermek isteyenler, mevcut siyasal anlayışın kurmakta olduğu dinci diktaya silahşorluk yapanlardır.
Ordunun polisleşmesini, polisin ordulaşmasını isteyenlerdir.
Muhafazakarlaşarak gittikçe gericileşen bir toplum yapısına payanda olacak silahlı bir gücün kurulmasına önayak olanlardır.
Burnunun bir karış dahi ötesini göremeyen şaşkınlardır.
Aydınlanma devrimiyle, Cumhuriyetle hesaplaşmak için bastırılmış öç alma duygusuyla, saklandığı köşesinden ortaya çıkan cehalettir…
Hem, hangi emperyal güç, caydırıcı gücü yüksek başka bir silahlı kuvvetin varlığına Ortadoğu’da izin verir? Hangi emperyal gücün siyasal temsilcileri güçlü bir silahlı kuvvetlerin varlığını Ülkesinde koruyabilir?
Türk - Kürt kavgasının sürmesi için güçlü bir ordunun varlığı sorun olmaz mı?
Fas’tan Afganistan’a geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesine nesne ülkelerde iktidarlar el değiştirirken Türkiye’de güçlü bir ordunun varlığı, projenin yürütülmesine uygun düşer mi?
Şimdi, artık, güvenilecek ne general kaldı, ne de cumhuriyeti koruyup kollayacak bir ordu.
Ama yaşananlar umut kırıcı olmamalıdır. Demokratik olanı budur. Çünkü ne geçmiş bir ayıp, ne gelecek bir cezadır. Çözümü biliyoruz:
Bize dayatılan yaşam biçimine mecbur ve mahkum değiliz.
Demokratik bir Cumhuriyetten, aydınlanmadan, çağdaş bir toplumdan, özgürlüklerden, insan haklarından, adil bir düzenden, her türlü tahakkümden uzak eşit yurttaşlar olarak yaşamaktan yana mücadele için cesaretiniz yoksa size verilenle yetinmek zorunda kalırsınız.
Sahte demokrasi kahramanlarının maskelerini indirmek ve demokratik bir cumhuriyetin evrensel değerler üzerinde yükselmesini sağlamak için görev başına!
Emperyalizmin yerli işbirlikçileri bugün için mevzi kazanmış olabilirler. Silivri, bu mücadelede sadece bir duraktır.
Mayası tutmuş demokratik cumhuriyetçi anlayış, halk tabanını üreterek, yozlaşmış, kimliksizleşmiş gericiliğe karşı tarihten gelen itirazını ortaya koyarak devrimci, demokratik bir mücadeleyi başlatabilir.
Unutulmasın ki, devrimciler mücadeleye daima azlık olarak başlarlar.
Av. Dr. Başar YALTI / İstanbul Barosu