Yargıç Atamaları ve Yavuz Hırsız
Hukuk tarihi, mahkemelerin bağımsızlığının iktidara karşı yürütülen bir mücadele olduğunu yazıyor. Uzak olmayan bir geçmiş bize bunu anımsatıyor. Ama şimdi her şey tersine çevrilmiş durumda, mahkeme bağımsızlığının yargıçlar tarafından çiğnendiği gibi garip bir iddiayı hükümet ileri sürüyor ve aymaz kamuoyu, yargıç atamalarına hükümet tarafından yapılan müdahaleyi mahkeme bağımsızlığı adına yapıldı olarak kabul edebiliyor.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) çalışmalarını nasıl yürüttüğüne ilişkin düzenlemeler, anayasanın 159. maddesinde, 2461 sayılı yasada ve kurul'un kendisinin yaptığı İç Yönetmelik'te bulunmaktadır. Bu mevzuat incelendiğinde şu sonuçlara ulaşmak mümkündür:
a) HSYK bağımsız değildir. Kendi sekreteryası, personeli, bütçesi ve idari ve mali özerkliği yoktur. Bu sonuç, 1982 Anayasası'nın 1961 Anayasası'nın özgürlükçü yapısına tepkiden kaynaklanmıştır. 1982 Anayasası'nın en katı şekilde düzenlediği alanların başında yargı gelmektedir. 1982 Anayasası ile yargı bağımsızlığı, 1961 Anayasası'na göre önemli ölçüde tırpanlanmıştır. Öyle ki, anayasanın 140. maddesinin 6. fıkrasında; hâkim ve savcıların idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığı'na bağlı oldukları açıkça belirtilmiştir.
b) Yasa gereğince kurulu tam sayı ile toplandığından, müsteşar kurulun toplantısına gelmezse kurul toplanamamakta ve karar alamamaktadır. Kurulun gündemini hazırlama yetkisi de bakanlığa ait olduğundan sonuçta bakanlık, kurulun toplanmasında ve kararların alınmasında belirleyici olmaktadır.
c) HSYK'nin yedi üyesinden altısı yargıç sınıfından olmasına karşın, sadece bakanın tavrı nedeniyle seçimle gelen kurul üyesi beş yüksek yargıcın varlığı önemsizleşebilmektedir.
Günümüzde yaşanan sorunun altındaki nedenler incelendiğinde ise karşımıza daha ilginç ve çarpıcı bir tablo çıkmaktadır.
HSYK'de yapılan görüşmelerde, mahkemelerin bağımsızlığını HSYK'nin yargıç üyelerinin ihlal ettiği iddia edilmektedir. Her şeyin tersine çevrildiği günümüz ortamında, bağımsızlığı korumaya çalışanların ise Adalet Bakanı ve emrindeki müsteşarı olduğu ileri sürülmektedir. Oysa böyle bir garip iddia ancak pişkin bir ikiyüzlülüğe dayalı, arabesk kültür bağımlısı bir toplumda ileri sürülebilir ve yoğun dezenformasyon altında inandırıcı şekilde savunulabilir.
Aslında sorun çok açıktır. Türkiye'de son üç yıldan beri gittikçe artan şekilde yargı siyasallaştırılmaktadır. Siyasallaşma, en yoğun şekilde, "Ergenekon" adı ile bilinen dava çerçevesinde yürütülmektedir. Bu davanın savcı ve yargıçları, özellikle savcıları ile ilgili olarak toplumda bir kutuplaşma yaşandığı bilinmektedir. Bu konuda HSYK'ye yoğun şikâyet başvurusu yapıldığı da bilinenler arasındadır. Bu atama döneminde ve kurulacak özel yetkili yeni mahkemelere yapılacak atamalarda Adalet Bakanı, yani mevcut hükümet, hem kendi yandaşı gibi gördüğü savcı ve yargıçları yerinde tutmak, hem de yeni kurulacak mahkemelere benzer kişileri atamak için diretiyor ve kurul üzerinde açık baskı uyguluyor.
Yargıç ve savcıların kimliklerinin öne çıkması, bu kimlikler üzerinden pazarlık yapılmasının gerisinde, gerçekte cumhuriyetin niteliklerini değerlendirmede ortaya çıkan anlayış farklılıkları mücadelesi yatıyor. Mevcut iktidar, kendi anlayışına bağlı olarak, şimdi de askeri ve sivil yargıda yapacağı düzenlemeleri hayata geçirmeye çalışıyor. Direnenlerin üzerine artık daha kararlı bir şekilde gidiyor.
Bu noktada, sorunun düğüm noktası haline gelen özel yetkili ağır ceza mahkemeleri yargıç ve savcılarının neden bu denli önemli olduklarına da değinmek gerekiyor.
Bilindiği üzere, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine kurulmuştur.
Bu mahkemelerin kullandığı yetkiler diğer mahkemelere göre oldukça geniş olup, takdir hakkının kullanılması bakımından da daha rahat bir ortama sahip oldukları gözlenmektedir. Dolayısıyla, özellikle rejimin korunması (Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkma) kaygısı ile demokratikleşme kaygısı arasında bulunanlar bakımından bu mahkemelerin "ele geçirilmesi" önem taşımaktadır. Adaletin hukuku bakımından hazin olan budur.
CMK'nin 250. maddesine göre devletin güvenliğine karşı suçlar, devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, anayasayı ihlal, cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı, yasama organına karşı suç, hükümete karşı suç, hükümete karşı silâhlı isyan, silâhlı örgüt, örgüte silah sağlama, suç için anlaşma, devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme, casusluk, vb suçları işleyenler, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmaktadır. Bu tür suçlar, Türkiye'deki rejimin dönüştürülmesi projesinde kilit öneme sahip suçlar arasında olup, böylesine ağır suçlamalarla toplumdaki muhalefeti bastırmak mümkün olabilmektedir. Ergenekon adıyla bilinen dava veya soruşturmada, bir yandan hukuk dışı örgütlenmelere, çeteleşmelere karşı dava açılmış görüntüsü verilirken, diğer yandan hükümete muhalefet edenler benzer suçlamalarla susturulabilmektedir. Yargı yoluyla üretilen bu baskı, yapanlara görünürde meşruluk olanağı kazandırmış olsa da bu durum, ne yazık ki, hukuku bir değer olmaktan çıkartarak araçsallaştırmaktadır.
Cumhuriyetin kurumları köşeye sıkıştırılmıştır
Mevcut iktidar, demokratikleşme ve sivilleşme adı altında henüz ne olup bittiğinin tam farkında olmayan bir kısım entelektüel çevrelerin desteğini arkasına alarak kendi amaçlarını gerçekleştirmek yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bu bağlamda, Cumhuriyetin kurumları bir bir köşeye sıkıştırılmıştır. Alternatif bir muhalefet cephesi oluşturabilecek kamuoyu yapıcıları ve bu arada üniversiteler, basın, toplumun örgütlü kesimleri hatta silahlı kuvvetler pasifize edilmiştir. Şimdi ise yüksek yargı yerlerinin yarattığı engel aşılmak istenilmektedir. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay artık açık hedeftir. Yargıdaki iktidar mücadelesinin bu çerçevede süreceği anlaşılıyor. Pervasızlaşma o noktaya gelmiştir ki, bir yazar, yargıda Alevilerin genel nüfusa oranla daha fazla yer aldıklarını ileri sürecek kadar ileri gidebilmiştir.
Oysa hukuk tarihi, mahkemelerin bağımsızlığının iktidara karşı yürütülen bir mücadele olduğunu yazıyor. Uzak olmayan bir geçmiş bize bunu anımsatıyor. Ama şimdi her şey tersine çevrilmiş durumda, mahkeme bağımsızlığının yargıçlar tarafından çiğnendiği gibi garip bir iddiayı hükümet ileri sürüyor ve aymaz kamuoyu, yargıç atamalarına hükümet tarafından yapılan müdahaleyi mahkeme bağımsızlığı adına yapıldı olarak kabul edebiliyor. Ne yazık ki, Türkiye'nin hukuk kurumları, başta barolar, yargıya yapılan açık müdahale karşısında sessiz ve etkisiz bir izleyici durumundadır.
Evet, yavuz hırsız ev sahibini bastırmıştır.
Av. Başar YALTI İstanbul Barosu Cumhuriyet 29 Temmuz 2009