KAMU HAKLARININ GELİŞİMİ
İnsan hakları kavramı, tarihsel süreç içerisinde gelişme göstermekle birlikte, insanların doğuştan bir takım haklara sahip olduğu fikri, son bir - iki yüzyılın ürünüdür. Bu süreç içerisinde, insan hakları konusunda yayımlanmış bildiriler önemli dönüm noktalarını oluşturur. Bunlardan en önemlileri; 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisidir. Ancak, insan haklarının hukukun koruması altına alınması, anayasaların ortaya çıkmasıyla mümkün olabilmiştir.
İnsan hakları alanındaki asıl gelişmeler, İkinci Dünya Savaşının ardından yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşının yıkıcı etkileri, demokrasinin değerinin anlaşılmasını sağladı. Savaş sonrası dönemde, demokratik değerlere verilen önem arttı, hukuk devleti kavramı yerleşti, bu çerçevede insan hakları, daha sağlam bir zeminde savunulabilir hale geldi. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, yurttaşların, sırf insan oldukları için, doğuştan itibaren devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahip olduğunu bütün dünyaya duyurdu. 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise, insan hakları alanında atılmış daha ileri bir adım oldu. Çünkü bu sözleşme ile, insan hakları, oluşturulan ve yaptırım gücüne sahip kurum ve mahkemeler aracılığı ile uluslararası hukukun koruması altına alındı. Bir mahkeme niteliğindeki Avrupa İnsan Hakları Divanı bu şekilde kuruldu.
Türkiye, insan hakları bakımından Batının hep gerisinde kalmıştır. Buna rağmen, Avrupa İnsan Hakları Divanı' na kişisel başvuru yetkisini tanımış ve bu yetki 21 Nisan 1987 tarihinden itibaren kullanılır hale gelmiştir. Bunu ileri bir adım olarak değerlendiriyoruz. Artık, haklarımızı elde edemediğimiz durumlarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurma ve ihlal edilen hakkımıza karşılık Türkiye Cumhuriyeti Devletini dava etmek yetkisine sahibiz.
Kamu hukuku alanındaki hak ve özgürlükler, (yurttaşlık hakkı, seçme ve seçilme hakkı, düşünceyi açıklama, vb.) devletin ideolojisinden çabuk etkilenirler. Totaliter / otoriter ideolojiye sahip devletlerde, (Faşist, Nasyonal Sosyalist, Marksist ve Teokratik devletler ) kutsallaştırılan bir takım değerler nedeniyle birey önemsenmez. İnsan hakları, bu gibi devletlerde özünü yitirerek ikinci plana itilmiştir. Buna karşılık, Batı Demokrasileri, insan haklarına en uygun ortam ve koşulları yaratan ve bu hakları güvenceye alan bir sistemi geliştirerek insanlığın hizmetine sunmuştur. Çünkü Batı Demokrasilerinde her şey insan içindir ve amaç kişilerin mutluluğudur. İnsanın özgürlük içerisinde mutlu olabileceği gerçeğinden hareket eden demokratik rejimlerde, insan hakları anayasalarda yer almış ve anayasa ile oluşturulan kurumlar aracılığı ile hak ve özgürlükler korunmuştur.
Kuşkusuz, insanların mutluluğu için yalnızca özgürlükler yetmemektedir. Yaşanan gerçekler ve ortaya çıkan ihtiyaçlar, Batı demokrasilerinde sosyal refah devleti kavramının gelişmesine neden olmuştur. Sosyal refah devleti, hak ve özgürlüklerin kullanılabileceği ortamın yaratılması isteği ve hakların eşitlikçi bir anlayışla talep edilmesinin sonucudur. Çünkü, kamu hakları zamanla, devletin kişilere karışmaması biçimindeki olumsuz anlamı yanında, devletin, yurttaşlar yararına bir şeyler yapması gerektiği şeklindeki olumlu anlamını da kavuşmuştur. Bugün bizlere çok doğal gelen sosyal güvenlik hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, sendika hakkı vb. sosyal haklar, kamu haklarının bu ikinci yönünü oluşturur.
Şimdi ise, üçüncü kuşak olarak adlandırılan haklar gündemde. Artık, siyasal haklar ve sosyal nitelikli bireysel haklar yanında, topluluk hakları olarak adlandırılan, çevre hakları, kadın hakları, barış hakkı, kültürünü geliştirme hakkı, gibi üçüncü kuşak haklar insan hakları kavramının sınırlarını genişletiyor.
Açıkça anlaşılıyor ki, hakların korunması, kullanılması ve gelişmesi için en uygun ortam demokratik ortamdır. Ancak, Demokrasinin, artık kimse tarafından red edilmemesi demokrasinin benimsenip uygulandığı anlamına gelmemelidir. Demokrasi bir yaşam biçimidir. Demokrasiyi başka şekilde anlamlandırmak, onu basit bir yönetim mekanizması olarak görmek; hak ve özgürlüklerin kullanılması ve korunması bakımından risktir. Ülkemizde, bu anlamda sorunlar olduğu bir gerçektir. Demokrasi açığımızın kapatılması ve Atatürk'ün koyduğu "çağdaş uygarlık" hedefine ulaşılabilmesi için, bize düşen görev, siyasal katılma hakkımızı kullanmaktır. Siyasete katılım arttıkça, demokrasi yerleşir, sistemin denetlenmesi kolaylaşır, siyasal kadroların kalitesi, dolayısı ile yöneticilerin niteliği yükselir, yaşanan yolsuzluk ve hırsızlıklar kolay kolay meydana gelmez. Bütün bunlar bizim için; hak ve özgürlüklerimizi korkusuzca kullanabildiğimiz daha güzel bir yaşam demektir.
Av. Başar Yaltı Sektör Dergisi : Onduline Dünyası